“İnsan kendine ne kadar uzaksa, o kadar çok görünmek ister.”
— Anonim
Kendimize her gün bir aynada bakıyoruz. Fakat bu ayna artık yekpare değil. Onlarca, belki yüzlerce parçaya ayrılmış; her parça ayrı bir benliğe, ayrı bir role, ayrı bir maskeye denk düşüyor. Sosyal medyada sergilenen “ideal benlik”, iş yaşamında gösterilmesi gereken “profesyonel benlik”, ilişkilerde oynanan “uyumlu benlik” ve iç dünyamızda yankılanan “gerçek benlik”… Bütün bu benlik parçaları arasında sıkışıp kalmış modern insan, aslında kendini yavaşça yitiriyor.

Modern psikoloji, benlik algısını kişinin kendine dair düşünce, duygu ve yargılarıyla açıklar. Fakat postmodern çağda bu tanım yetersiz kalır. Çünkü artık benlik, sadece içsel bir yapı değil, sürekli dış dünyadan gelen tepkilerle yeniden şekillenen bir yapıtaşına dönüşmüştür. Görünen o ki, insan “kendilik”ten çok, “görünürlük” peşindedir.
“Ben kimim?” sorusu artık tek kişilik bir soruya benzemiyor.
Sanki bu soruya kalabalık bir jüri önünde, her gün tekrar tekrar cevap vermemiz gerekiyor.
Giddens’ın da dediği gibi, “modern birey kendisini sürekli yapılandırmak zorundadır.” Artık bir kişiliğe sahip olmak değil, onu sürekli güncellemek esastır. Fakat her gün yeni bir “ben” icat etmek, ruhun alt katmanlarında bir yorgunluk bırakır. Bu yorgunluk depresyon, anksiyete, tükenmişlik gibi çağın ruhsal yankılarına dönüşür.
Benliğini tanımak isteyen insanın en büyük savaşı, kendi iç sesini dış gürültüden ayırabilmektir. Fakat o ses bazen fısıltıya döner, bazen sadece susar. Çünkü biz onu susturduk. Dış dünyanın beklentileriyle.

Belki de artık yeniden başlamak gerek.
Ama bu kez parçaları birleştirmek için değil…
Kırık aynaya başka bir gözle bakmak için.
İşte söz yine burada eyleme dönüşür. Kendini tanımak, sadece psikolojik bir süreç değil, aynı zamanda felsefi bir duruştur. İnsan, anlam arayan bir varlıktır. Ve bazen tek bir anlamın içinde, yüzlerce benliğe bölünür.